Kahmes b. Hasen et-Temimi :
Büyük bir hadîs âlimi.
Künyesi, Ebu’l-Hasen’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 149 (m. 766) senesinde
vefât etti.
Ebu’t-Tufeyl, Abdullah bin
Büreyde, Abdullah bin Şakîk, Yezîd bin Abdullah bin Şuheyr ve daha başka
âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan da oğlu Avn, el-Kettân, İbn-i
Mübârek, Vekî’, Mu’temir bin Süleymân, Süfyân bin Hubeyb, Muaz bin Muaz gibi
âlimler (r.anhüm) hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Rivâyet ettiği hadîs-i
şerîfler, meşhûr altı hadîs kitabında (Kütüb-i sitte’de) mevcuttur. İbn-i Muin,
Ebû Dâvûd, İbn-i Hibbân onun sika, (ya’nî hadîs-i şerîf hususunda güvenilir ve
itimâd edilir) bir âlim olduğunu zikrederler.
Resûlullahtan (s.a.v.)
rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: Kehmes bin Hasen, Abdullah binŞakîk’den
şöyle rivâyet etmiştir: Mihcân bin Ezre’ şöyle anlattı: Resûlullah efendimiz
(s.a.v.) ile beraber Medîne-i münevvere’nin dışında bir yere gitmiş,
dönüşümüzde, Mescid-i Nebevî’nin kapısına kadar gelmiştik. Orada namaz kılan
birisini gördük. Ben dedim ki: “Yâ Resûlallah! Bu falancadır. Medîneliler
arasında en çok namaz kılan budur.” Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, “Sakın
ona bunu duyurma, yoksa helakine vesîle olursun” buyurdular. Kehmes (r.a.),
Abdullah bin Büreyde’den, o da Yahyâ bin Ya’mes’den rivâyet etti:
“Basra’da kader hakkında
ilk önce Ma’bed el-Cühenî konuşmuştu. Ben ve Humeyd binAbdurrahmân el-Hımyerî,
hac veya umre yapmak için yola çıkmıştık. Aramızda,
“Resûlullahın (s.a.v.) eshâbından
(r.anhüm) birine rastlasak da, şu adamların kader hakkındaki sözlerini sorsak”
diye konuştuk. Bir müddet sonra, mescide girerken Abdullah bin Ömer bin
el-Hattâb ile karşılaştık. Hemen yanına gidip; “Ey Ebû Abdurrahmân! Bizim o
taraflarda ba’zı kimseler çıktı. Bunlar Kur’ân-ı kerîm okuyorlar ve ilimle de
meşgul oluyorlar. Kader diye bir şey tanımıyorlar. Hâdiselerin, Allahü teâlânın
takdir ve ilmi olmadan kendiliklerinden meydana geldiğini söylüyorlar” dedik.
Bunun üzerine Abdullah bin Ömer hazretleri,
“Sen onlarla karşılaştığın
zaman, kendilerine, benim onlardan, onların da benden uzak olduklarını haber
ver. Allahü teâlâya yemin ederim ki, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını
olsa, onu Allah yolunda harcasalar, kadere îmân etmedikleri müddetçe, Allahü
teâlâ onun bu infâkını (harcamasını) kabul etmez. Bana babam, Ömer bin Hattab
(r.a.) anlattı. Dedi ki: Resûlullahın (s.a.v.) yanında idik. O vakit, ay doğar
gibi bir zât yanımıza girdi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi.
Üzerinde toztoprak, ter, gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın
eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Ya’nî görüp, bildiğimiz
kimselerden değildi. Resûlullahın (s.a.v.) huzurunda oturdu. Dizlerini,
Resûlullahın (s.a.v.) mübârek dizlerine yanaştırdı. O mübârek zât ellerini
Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullaha sorarak,
yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat, dedi. Resûl-i ekrem
efendimiz buyurdu ki: “İslâmın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet
getirmektir. (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve
resûlüh) Yerde ve gökte, O’ndan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa
lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Yalnız Allahü teâlâ vardır.
Hakîkî ma’bûd, ancak Allahü teâlâdır. Abdullah’ın oğlu Muhammed, Allahü
teâlânın kulu ve Resûlüdür. (Ya’nî peygamberidir diye söylemendir) namaz
kılman, zekât vermen, Ramazan-ı şerîf orucunu tutman, gücün yeterse, ömründe
bir kerre hac etmendir.” O zât bu cevapları işitince “Doğru söyledin” dedi.
Bunun üzerine babam (Hz. Ömer) “Biz onun bu sözüne şaştık. Çünkü hem soruyor,
hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdîk ediyor” dedi. Bu zât yine sorarak;
yâ Resûlallah; îmânın ne olduğunu “bana bildir” dedi. Resûlullah efendimiz,
“Allahü teâlâya O’nun meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine ve âhıret
gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmandır” buyurdu.
O zât yine, “Doğru söyledin” dedi. Bu defa, “İhsanın ne olduğunu bana bildir”
dedi. Resûlullah (s.a.v.), “Allahü teâlâya, O’nu görüyormuşsun gibi, ibâdet
etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görmektedir...” buyurdu.
Kehmes hazretlerinin
kıymetli sözleri ve menkıbeleri: O birisine şöyle dedi: “Ben öyle bir hatâ
işledim ki, kırk seneden beri onun için, ağlıyorum.” O zât,
“O hatâ nedir?” diye
sorunca şöyle anlattı: “Beni bir dostum, ziyârete gelmişti. Onun için balık
satın aldım. Pişirip yedirdim, sonra, elinin yağı ile bulaşığı gitmesi için,
evin yakınında bulunan komşunun duvarından bir miktar, toprak aldım. Fakat
komşumun haberi yoktu. Misafirime elini temizlettim. Ben niçin komşunun
duvarından o toprağı aldım diye, hâlâ onun pişmanlığı içerisindeyim, işte bunun
için ağlıyorum” dedi. Kehmes (r.a.) kul hakkına çok dikkat ederdi. Böyle bir
hakkın üzerinde bulunmasından çok korkardı. O, bir gün yolda giderken bir
dinarını düşürmüştü. Onu aramak için geri döndü. Nihayet buldu. Allahü teâlâya
hamd etti. Fakat bu sefer şunu düşündü. Bu dinar benim mi, yoksa başkasının mı!
Ya başkasının ise, o zaman başkasının hakkını almış olacağım diyerek onu
almaktan çekindi. Kehmes hazretleri kireç işçiliği yapar, her gün belirli bir
ücret alırdı. Akşam olunca, eve gitmeden önce, kazanmış olduğu ücretin bir
kfsmı ile meyve alır, onu annesine götürürdü. O annesine çok hizmet eder ve
devamlı gönlünü alırdı. Annesinin hatırını hiç kırmaz, sözlerini yerine
getirmekte büyük gayret gösterirdi. Kehmes’in ba’zı arkadaşları zaman zaman
yanına gelir, otururlar idi. Bir gün annesi, “Evlâdım! Senin arkadaşlarını pek
beğenmiyorum. Bir daha onlarla oturup kalkma, demişti. Bunun üzerine, Kehmes
(r.a.) arkadaşlarının yanına gidip, annesinin sözlerini aynen nakledip, bir
daha kendisini aramamalarını söyledi. Kehmes hazretleri nefsine hiç fırsat
vermez, her zaman onu kınardı. Bir gün ve gecede bin rek’at namaz kılardı.
Biraz yorgunluk hâsıl olduğu zaman nefsine: “Ey nefsim kalk. Sen her kötülüğün
başısın. Vallahi senden, Allah için bir an bile memnun değilim.” Kehmes bin
Hasan (r.a.), Mekke-i mükerremede kırkbin dinara bir ev satın almış, aldıktan sonra
da bir hayli masraf yapmıştı. Bir ikindi namazından sonra onun ziyâretine
geldiler. Birisi evin tavanlarına doğru bakarak, böyle bir evin olduğu için çok
seviniyorsundur herhalda, deyince,
“Vallahi değil, kırkbin
dört dirheme de almış olsaydım, yine sevinmezdim. Önemli olan hayırlı
olmasıdır” buyurdu.
Kaynaklar:
------------------
1) Hilyet-ül-evliyâ cild-6,
sh-211
2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8,
sh-450
3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d
cild-7, sh-720
4) Kuşeyrî cild-1, sh-289
5) Tezkiret-ül-huffâz
cild-1, sh-174